SÜREYYA EROĞLU, TANIKLIKLARINI ANLATIYOR

1957 Fethiye depreminin son tanıklarından 92 yaşındaki Süreyya Eroğlu,  eski Fethiye'yi SED Medya'ya anlattı. Eroğlu, 'Tarihî görünüm olarak Fethiye eskiden daha güzeldi' diyor 

PAYLAŞ
Son Dakika 48 - Ersin DAL

Süreyya Eroğlu, 1957 yılında meydana gelen Fethiye depreminin, mübadele hikâyelerinin, Yavuz gemisinin, eski Fethiye’nin kendi deyimiyle “son temsilcilerinden…” Kendisi gibi yaşı ilerleyen ve bu tarihi bilen birkaç kişi kaldığına işaret eden Eroğlu, 29 Ekim 1957 yılında arkadaşlarıyla, parkta çektirdikleri bir fotoğrafı göstererek, “Eskiyi bilen Ahmet Evran var, bir de Ramazan Ordukan var ama o artık gezemiyor, başka hatırladığım yok benim yaşımda. Fotoğrafta, ölen kişileri kalemle işaretledim. Pertev Dönmez, Yusuf Gökçe, Hikmet Uysal, genç yaşta ölen doktor… Ben ve Evran sağ kalanlarız” diyor. 

Fethiye’nin tarihine ışık tutan Eroğlu, 1930 yılında Kaya’da doğmuş. O yıllarda Fethiye’deki insanların Kaya’ya yazlığa gittiğini belirten Eroğlu, ilkokul ve ortaokulu Fethiye’de bitirdikten sonra uzun yol otobüs şoförlüğü ve nakliyecilik yaptıktan sonra emekli olmuş. 

1957 depreminde, sinemadaydı 

1957 depreminde, saat dokuzu çeyrek geçe ilk depremin olduğunu söyleyen Eroğlu, bu depremle o zamanlar şimdiki belediye binasının karşısında, köşede yer alan Yeni Cami’nin minaresinin yıkıldığını, Karagözler’de ise iki, üç kişinin hayatını kaybettiğini söylüyor. 

Eroğlu depremi şöyle anlatıyor: 

“Savcı Cemal Kaynak vardı, bir de Kaymakam Kemal Nezih Okuş… Onlar herhalde bu hususta deneyimliydiler ki, polis ve bekçiler herkesi dışarı çıkardılar, binalarda insan bırakmadılar. Dördü yirmi geçe ikinci deprem oldu ve şehri yıktı. Bazı kişiler de binaların dibine yatmış, onlar öldü maalesef ve bir rivayete göre 23, bir rivayete göre de 27 kişi öldü. Yoksa hiç ölüm olmayacaktı… Şu an Çarşı Caddesi’nin sağ tarafında kalan Rum evlerinin karşısında da aynı tip evler vardı, onlar yıkıldı. Sağ tarafta kalanlar da zemin sağlam olduğu için ayakta kaldı.”

1957 yılında, Üzümlülü Yılmaz isimli kişinin bugünkü antik tiyatronun yerinde yazlık sinema işlettiğini ve kışın da şimdiki Yılmaz Otel’de film gösterdiğini belirten Eroğlu, “Oranın altı eskiden kiliseydi” diyor. Sinemanın depremde yıkıldığını söyleyen Eroğlu, ilk deprem sırasında ahşap locaların altında kaldıklarını ve depremden sonra sandalyelerin arasından çıkabildiklerini söylüyor. 

“Evleri, kiliseleri tahrip ettiler"

Fethiye nüfusunun, çocukluk yıllarında iki bin civarı olduğunu kaydeden Eroğlu, halkın en büyük gelir kaynağının tütüncülük olduğunu ve bunun yanı sıra tüccarların palamut, susam, buğday ve hububat alıp sattıklarını belirtiyor. Daha sonra halkın pamukçuluğa yöneldiğini ve üretimin de sona ererek, yerini turizme bıraktığını ifade eden Eroğlu, o yılların sosyal ve kültürel hayatını şu sözlerle anlatıyor: 

“Şu anki antik tiyatronun önü, kordon bir iskeleydi. Esas şehir Kaya’ydı, doktorlar, eczaneler oradaydı ve havası nedeniyle, insanlar yayla olarak oraya göç ederdi. Kaya bir nahiyeydi ve nahiye müdürü vardı. Jandarma karakolu ve çok güzel kiliseler vardı. Tabii halk kıymetini bilemedi. Evleri, kiliseleri tahrip ettiler, biz bile taşladık…” 

Hacı Nikola 

Selanik, Girit ve Rodos muhacirleri de gelmişti daha sonra… Mübadele ile Rumların hepsi gitti, sadece Fethiye’nin en zenginlerinden Hacı Nikola Lovizidi vardı, ilk belediye reisidir. Rivayete göre, Sultan Abdulhamit zamanında hükümet krize girince, Hacı Nikola Fethiye’den çuvalla altın götürüyor ve daha sonra padişah kendisini tekrar çağırıyor. “Boş gidilmez” diyerek, tekrar altın götürünce, padişah da ona paşa unvanını veriyor. Zaten belediye arşivindeki fotoğrafında da paşadır. 

Ben o günlere yetişemedim ama babamlardan duyduğum kadarıyla resmi bayramlardaki geçit törenlerinde en önde otururmuş, hayırsever bir kişiymiş. Kaya’da ‘Kuşlu Saray’ denilen çok güzel bir evde yaşarmış. Sonra, o ev okul oldu ve çanı da okula getirdiler. O çan çaldığı vakit, tüm Kaya’da duyulurdu, daha sonra Yavuz gemisine içtima çanı olarak götürdüler.” 

 Rum evleri 

Kayaköy’de üzüm bağları ve meyvelerin olduğuna dikkat çeken Eroğlu, halkın genelde dışarıda, ağaç diplerinde ‘köşk’ adı verilen tahta sedirlerde oturduklarını, dışarıda ateş yaktıklarını ve çamurdan fırınlar inşa ettiklerini anlatıyor. 

Rumların evlerinin önünün desenli taşlarla süslendiğini belirten Eroğlu, “Rumların hemen hepsinin evinde incir pişirmek için, onların ‘dilgerit’ dediği, incirleri dizerek pişirdikleri fırınları vardı. Çok güzel olur, içine badem, ceviz koyup yersin. Su sarnıçları da bulunuyordu, orada biriken yağmur sularını kullanırlar, kuyulardan da içme suyu temin ederlerdi” diyor. 

Kaya’da mübadeleden önce 25 bin Rum olduğunu, Kınalı, Gökçeburun ve Karakeçiler’de ise bin kadar Türk olduğunu kaydeden Eroğlu, Kaya’da yaşayan Doktor Aliki’nin torununun da Yunanistan’daki ünlü aktris Aliki Vuyuklaki olduğunu vurguluyor. 

Ailesinin anlatımlarına göre, Rumların ve Türklerin arasında ne fark ne de kavga dövüş olduğunu söyleyen Eroğlu, Balıkçı Hasan isimli “yakışıklı” birine, Rus bir kızın kaçtığını ve evlendiklerini belirtiyor. “Eşine, Rum olduğu için Dönme Saniye derlerdi” diyen Eroğlu, Rumların Kaya’yı terk etmesiyle birlikte, kalan Türklerin de Fethiye’ye gelerek tütün üretimine geçtiklerini dile getiriyor. Eroğlu, Kaya’nın adının da, Kayı boyundan geldiğini belirtiyor. 

“Kordon tarafının zemini hep çakma taştı, halı gibiydi desenleri”

Eroğlu, eskiden limanın Cumhuriyet Parkı’na kadar uzanan bir iskele olduğunu ve Akarca Mahallesi dâhil, her yerin sazlık ve bataklık olduğunu söylüyor. 1950 yılında yapılmaya başlanan bugünkü limanın da 1951’de tamamlandığını belirten Eroğlu, “Görünüm olarak o tarihlerde Fethiye daha iyiydi ama elektrik ve yol yoktu. Çamur olurdu her yer, okula giderken kösele ayakkabılarımız su alırdı, soba da olmadığı için donardık. Şimdi Fethiye’nin sosyal yönü çok güzel ama tarihi görünüm olarak eskiden daha güzeldi. Kordon tarafının zemini hep çakma taştı, halı gibiydi desenleri, tıpkı evleri gibi” diyor. 

“Rumlar gidince aslında o evlere Türkleri yerleştirmeleri lazımdı, fırını, sarnıcı, her şeyi vardı, Aşağı Kilise cami olarak kullanılıyordu, derme çatma camiler vardı, halk fakirdi” diyen Eroğlu, Atatürk’ün ziyaretine ilişkin anısını da şöyle anlatıyor: 

Atatürk’ün Fethiye’ye gelişi 

“Atatürk geldiğinde altı yaşındaydım, gemiyle geldi, korumaları da vardı, o zamanki gümrük binasının bayrak direği vardı. Ben de oraya çıktım görebilmek için, altı yaşındaydım. Halı serdiler boylu boyunca fakat duyduğuma göre rahatsızmış, Antalya’da horon oynamış, üşütmüş, buradan gittikten iki sene sonra da vefat etmiş. Atatürk değil ama İnönü dâhil pek çok siyasetçiyi gördüm.” 

Meşhur Yavuz Gemisi 

Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı’na girmesinde önemli rol oynayan Yavuz gemisinin de Fethiye’ye üç kere geldiğini kaydede Eroğlu, gemi çok büyük olduğundan geri geri limana girdiğini belirterek, “Dört bacalı yani dört motorluydu, yedi kattı. Hamidiye ve Mecidiye gemileri de geldi ki onlar buharla çalışıyordu. Limana geldiklerinde, halk gezsin diye hücumbotlarla götürürlerdi, içinde mihmandar olmadan gezmek mümkün değildi. Sulh zamanı bin kişi olurdu içinde ve topları da 360 derece dönebilen, 90 derece yukarı kalkan ve 45 kilometreyi vurabilen özellikteydi. 

Fethiye’deki askerlerin yarıdan çoğu bu gemilerde bahriyeli oldu. Ercan Salih, Zihni Kendigelen, İrfan Derici, amcam Halil Eroğlu hep Yavuz gemisinde askerdiler. Yüzme bildikleri ve kültürleri gelişmiş olduğu için tercih edilirlerdi çünkü denize kıyısı olan yerler dışarı ile temasta olduklarından daha kültürlüdür” diye anlatıyor. 

Çocukluğunda Fethiye körfezinde yüzdüklerini belirten Eroğlu, Paspatur’da bir kanal olduğunu ve Berber Ömer’in kayığını, şaka amaçlı oraya sakladıklarını da sözlerine ekliyor. 

İlk elektrik 

Arif Işık’ın Fethiye’ye elektrik getiren ilk kişi olduğuna vurgu yapan Eroğlu, “Un değirmeni vardı, fabrika denirdi, oraya Arif Işık dinamo koymuş, geceleri yanardı. Eski Belediye Başkanı Baha Şıkman’ın ise katkısı büyük oldu, İngiltere’den jeneratör getirdi, sonra Amerikan yardımı geldi ve sabaha kadar elektrik mümkün oldu. 1946’dan sonra, yavaş yavaş evlere de verdiler. Böylece herkes evine radyo koydu. Daha önceden ‘Sahibinin Sesi’ gramofon vardı, Kaya’ya giden yolda bir Rum kahvesi vardı, masanın üstüne koymuşlar, kolunu çeviriyorlar, borusu da var. Ben de çocukken, ‘Masanın altına çocuk koymuşlar, o şarkı söylüyor’ sanırdım, Hacer Buluş, Safiye Ayla çalarlardı…” diyor. 

Yazlık sinema ve tiyatro 

1957 yılında Üzümlülü Yılmaz isimli kişinin bugünkü antik tiyatronun yerinde yazlık sinema işlettiğini ve kışın da şimdiki Yılmaz Otel’de film gösterdiğini belirten Eroğlu, “Oranın altı eskiden kiliseydi” diyor. O sinemalarda Mısır Filmleri, Ayhan Işık filmleri gösterildiğini ifade eden Eroğlu, “Rüzgâr Gibi Geçti”, “Avare” gibi filmleri anımsadığını belirtiyor. 

Atıf Kaplan Kumpanyası’nın ise tütün satışları zamanı İstanbul’dan getirildiklerini ve sinema ile Kahveci Sadık’ın mekânında tiyatro sergilediklerini anlatıyor. 

Eğitimde Fransızca 

Eroğlu, 1942 yılına kadar Osmanlı parası kullanıldığını ve kâğıt paraya da çok sonraları geçildiğini ifade ediyor. 

“Biz o zaman genç olduğumuz için yaşam çok güzel geliyordu ama yaşılar nasıldı bilmiyorum” diyen Süreyya Eroğlu, eğitimde Fransızca ve Almancanın önemli olduğunu söyleyerek, “1945 yılına kadar birinci dil Fransızcaydı, çok zengin ve zor bir dil” diyerek, bildiği birkaç Fransızca cümleyi bizimle paylaşıyor. 

Fethiye’nin az sayıdaki tarihi tanıklarından Süreyya Eroğlu’nun daha nice yıllar deneyimlerini aktarması dileğiyle… 


 

HABERİ PAYLAŞ:
BUNLARA DA BAKIN